Fânî dünyadayız. Bu misafirhânede ev sahibi edâsıyla hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşayıp gidiyor, ömür defterini, silinip işe yaramayacak detaylarla dolduruyoruz. Yanımızda götürüp sunduğumuz kaç satır var acaba?
İbrahim Ethem Ağabeyimiz bize yokluğuyla ve vedâsıyla ders verdi âdeta. Çevresinde sevilen, sessiz, mütevâzı, herkese saygıyla bakan bir gönül eriydi. Gönül sohbetlerini hiç kaçırmazdı.
1980’li yıllarda Antalya’da Tugay Komutanı olarak vazife yapıyordu. 12 Eylül olmuş, dönemin Devlet Başkanı, İbrahim Ethem Ağabeyimizi Ankara’ya çağırıp;
“–Sen bir paşasın. Cumaya camiye resmî kıyafetinle gidiyormuşsun. Resmî elbiseni değiştir, öyle git!” diye uyarıyor.
Paşamız;
“–Vakit dar oluyor, eve gidip gelmek zaman alıyor, ne sakıncası var?” deyince;
“–Hayır böyle resmî elbiseyle gidemezsin!” diyor. O da emekli oluyor.
Işıklar semtindeki mahalle mescidinde, imam hatip öğretmeni Fatin Günay Beyle ilim, sohbet ve hizmetle uğraşırlardı. Şimdi İbrahim Ethem Ağabeyimiz kendisini uyaran o Devlet Başkanıyla, acaba karşılaşıp o günleri tartışıyorlar mı? İster ağa ol, ister paşa… Musallâda herkesin namazı aynı: Er kişi niyetine!
Rabbim; böyle güzel insanlarımıza rahmet eylesin. Mekânları cennet olsun inşâallah.
Fatin GÜNAY Hocamızın Fâtiha Sûresi üzerine yazdığı tefsir çalışması kitaplaştırıldı. Çalışmalarına devam ediyor. Zaman zaman evinin altındaki mescidine giderim. Bir keresinde kendisi yoktu, Fâtiha Sûresi Tefsiri adlı kitabı da çok güzel. Benim de kitap dağıtma isteği, vazgeçilmezlerimden. Herkes okusun, diye oradan aldım. İzin almak aklıma bile gelmedi. Zaten her zaman yaptığım iş idi. Tabiî samimiyetine güvenerek…
Fatin Hoca’nın doğduğu semt Çakırlara yolum düştü. Oradaki imama da verdim. Bir ara Fatin Hoca oraya gidince, imam efendi;
“–Teşekkür ederim bana kitap yollamışsın…” demiş, Fatin Hoca da şaşırmış.
Benim alıp dağıttığımı anlayınca, latîfeyle;
“–Şimdi harâmînin kim olduğunu anladım. Ben de; «Bu kitapları kim aldı acaba?» diyordum.” dedi.
“–Hocam; raflarda durmasına gönlüm râzı olmadı, okuyuculara ulaştırdım.” dedim. Gülüşüp helâlleştik.
Hayat denen yolculuk, bir ömür imtihanlarla dolu. Nefis ve şeytanla çevrili bir hayat. Bu şartlarda ömrümüzü rızâya uygun, şefaata nâil olabilecek bir kıvamda tamamlamak ne güzel!
Bizden evvel gidenlere selâm olsun erenler!
Ne mutlu kulağını, gözünü ve gönlünü koruyabilenlere!
Dünya bir imtihan salonu. Her dönemde değişik sorular, değişik şartlar hâkim. Zamanında güçlü olduğunu, her şeyi zorla yaptırabileceğini sanan kişilere rağmen mağdur da olsa, çeşitli sıkıntılara maruz da kalsa, asla îmânında taviz vermeyenler sayesinde bugünlere kavuştuk. Şükürler olsun.
Rabbim; îmansızlar, beyinsizler yüzünden bizi helâk etmesin!
Gençlerimize de uyanıklık versin! Bazıları geçmişimizi, tarihimizi hiç bilmiyorlar, kimisine ise bunlar yanlış öğretildi. İnşâallah eğitim sistemimiz de en güzel bir hâl alır da başkalarının dayatmasıyla, gereksiz ve boş lâkırdılar gençlerin zihinlerini meşgul etmez. Niyaz ediyoruz ki en kısa zamanda aslımıza döneriz.
Yanlışın neresinden dönülse kârdır. Şükürler olsun bu günlere! Şimdiki gençler, öğrenciler hep hazır ve konfor içindeler. Bizim zamanımızdaki imkânsızlıklar yok.
Ankara’da Hukuka kaydoldum, ama kalacak bir yurt bulamamıştım. Ailemin durumu müsait değil. Seyranbağları’nda öğrenci olan hemşehrilerimizin evine sığındık. Salonda bir gaz sobası; odalarda soba yok, perde yok. Evde eşya olmayınca da soğuk bir başka türlü oluyor. Bir arkadaşın babası bir çuval miktarı büyüklüğünde makarna getirmiş. Nasıl pişireceğimizi bile bilmiyoruz. O yıllarda gaz ocağı vardı. İki de bir bozulur, tıkanır.
Bir gün karşı komşu geldi; beyefendi biraz da kızgın, kapıyı açtım, evde yalnızdım;
“–Ne biçim adamsınız, neden perde kullanmıyorsunuz?” dedi.
“–Amca içeri buyur.” dedim. İçerideki manzaradan utandı;
“–Özür dilerim, ben yanlış anlamışım.” dedi, gitti. Hattâ camın birisi kırıktı da cam taktıramamış yastık vs. ile kapatmıştık o soğuklarda. Her gün kapıcı gelip;
“–İhtiyaç var mı?” diye sorar, biz de utandığımızdan;
“–Bir ekmek…” isterdik. Evde kahvaltılık bir şey yok ki. Ben; ekmeğin yarısını alır, gazete kâğıdına sarar, hukuk yurdunda helva yoğurtla geçiştirirdim. Daha sonra kapıcıya;
“–Biz kendimiz alırız.” dedik. Bu günleri yaşadığımız için, şimdi nerede bir öğrenci görsem, dayanamam. İllâ harçlık veririm, bazen;
“–Onun durumu iyi!” deseler de;
“–Öğrenci ya…” derim.
O yıllarda sağ-sol çatışması vardı. Mutlaka taraf olmak zorundaydınız. O dönemde kendinizi her yönüyle korumanız büyük bir mücadeleydi. Hemşehrilerim diye sığındığım evdeki arkadaşlarım, meğer bazı yasadışı eylemlere katılıyorlarmış, bunu fark ettim. Eğer polis gelse beni de onlarla nezârete götürecek. Yoksulluk ile endişe arasında kaldım. Cebeci’de bir pansiyon buldum. İkinci yıl hukuk yurduna yerleştim.
O yurttan Bülent ARINÇ, Beşir ATALAY, Recep YAZICIOĞLU gibi arkadaşlar ve namazlarımızı kıldıran kardeşi Ümit Bey hatırımda kalanlar.
Bir de Celâl Ağabey vardı. Yurtta 20’den fazla namaz kılan vardı. Namaz kılmak isteyenler karyolasına havlu bağlarlardı. Celâl Ağabey; odaları gezer, onları sabah namazına kaldırırdı. O dönem nasıl bir hizmet düşüncesi… Allah râzı olsun.
Seyranbağları’ndaki evin karşısında, Keskin’deki Belediye Başkanı Mehmet ERKANLI Amcanın öğretmen olan kızları bize yemek getirirlerdi. Biz yokken mutfağımızı temizlerlerdi. Meliha ve Tekmile Ablaları hâlâ saygı, minnet, özlem ve hasretle hatırlayıp, ellerinden öpmek isterim. Mehmet ERKANLI Amcayı da rahmetle anarım.
Hayat ne ibret verici! Örnek insanlarıyla yol gösterici… Ne mutlu hayırla anılanlara! Zerre kaybolmaz.
Bu vatan kolay elde edilmedi, fedâkârlık yapmadan hiçbir şey elde edilmiyor. Hayat bir mücadele. Bir şeyler fedâ edilmeden, kâr olmuyor vesselâm…