Dînî tahsil müesseselerimiz yeterli değilse de bir hayli sayıda mevcut. İmam-hatipler, Kur’ân kursları var. Birçok öğrenci geçiyor bu okullardan. Fakat bir kısmı ziyan olup gidiyor. Hâlbuki onların gönlüne tohum ekilmiş. Bu tohumlar, niye yeşermemiş, niçin filizlenmemiş? Çünkü yeterli ihtimam görememiş. Sulakyurt’ta böyle bir gençle tanıştım.
Salih HANCI; 1977 yılında tayin edildiğim Ankara’nın Sulakyurt adliyesinde kâtipti. Ciddî, kendi hâlinde, bilgili, saygılı ama suskun bir arkadaştı. Küçük bir kasabanın adliyesi olduğu için, başka bir mahkemenin kâtibi de olsa dikkatimi çekmişti. İmam-hatip mezunu olmasına rağmen, maalesef hiçbir hâli bunu yansıtmıyordu. Topluma kırgın gibiydi, kimseyle fazla bir diyaloğu yoktu.
Sebebini araştırdım:
1970 yılında Sivas İmam Hatip Lisesinden birincilikle mezun olmuş. Bu sebeple kendisine, Diyanet İşleri Başkanlığında bir vazife verilmiş.
Bir gün Hatay’dan gelen bir vatandaş, cami veya Kur’ân kursu projesini tasdik için daireye gelmiş. O zamanlarda ulaşım bu kadar sık ve kolay değildi. Günde birkaç kez otobüs var, kaçırırsan ertesi güne kalırsın. Vatandaşın acelesi var; eğer saatinde yetişemezse o gün Ankara’da otelde kalmak zorunda. Hâlbuki sadece bir imza gerekiyor. Salih’ten yardım istemiş.
Salih de âmirinin bulunduğu odaya girerek elinde belgelerle vatandaşın acelesi olduğunu söylemiş. İçeriden; «Beklesin!» demişler. Biraz beklemiş, adamcağız çırpınıyor arabayı kaçırmamak için. Salih de içeriye girmiş, bakmış ki oradaki âmir spor toto dolduruyor.
Salih; proje tasdikinin spor totodan daha önemli olduğunu, imzalayıp kendisine verilmesini istemiş. Tabiî âmiri sinirlenmiş;
“İmzalarım, ama sen de buradan gidersin!” demiş. Dediğini de yapmış.
Salih, Amasya’nın Taşova ilçesine imam olarak tayin edilmiş. O dönemde genç, tecrübesiz. Taşova kendisi için yabancı bir memleket. İlçede de o tarihlerde içkili lokantalardan başka yemek yiyecek yer bulamamış. Çaresiz bunlarda yemek yemiş. Bunu gören insanlar aşırı şekilde sertleşip; «Bir imam nasıl böyle bir yerde yemek yer?» diye hakaret etmişler, hattâ hırpalamaya kalkışmışlar. O da istifa edip adliyeye zabıt kâtibi olmuş.
Hayat hikâyesini dinledikten sonra; bu hâdiselerin acı olmasına rağmen, her insanın başına gelebileceğini ancak Allah’la irtibatını kesmemesi gerektiğini söyledim. Dürüst olmanın yanında, Allâh’a kulluk etmenin gerekliliğini; önce Cuma namazını, sonra da beş vakit namazını kılmasını tavsiye ettim. Cuma namazı da zaten öğle vaktinde olduğu için; ayrıca izin almaya gerek olmadığını, herkesin gidebileceğini söyledim. Bundan sonra daha güler yüzlü, daha düzenli bir hayatı oldu.
Ben Sulakyurt’tan ayrıldıktan birkaç yıl sonra, kendi arabasıyla dere kenarına gitmiş. Eşi;
“–Köyde bir tanıdığımızın düğünü varmış, birlikte gidelim.” dediyse de;
“–Canım istemiyor, siz gidin.” demiş.
Dönüşte arabayı yine dere kenarında görünce, yanına gitmişler; bir de bakmışlar ki kalp krizinden vefat etmiş. Allah rahmet eylesin.
20 yıl sonra Antalya’ya geldik. Sulakyurt doğumlu zabıt kâtibi hanım yanıma geldi;
“Ben Salih HANCI’nın kızıyım. Babam ben iki-üç yaşlarındayken ölmüş, hatırlamıyorum. Dolayısıyla da babamı tanımıyorum, bana babamı anlatır mısınız?” dedi.
Çok duygulandım, dilim döndüğünce babasının güzel hasletlerini anlatmaya çalıştım, rahmet diledik.
İYİLİĞİ YAYMALI
İyiliği yaymak ve kötülüğü engellemek için elimizden geleni yapmalıyız. Hepimiz kendi şartlarımız içinde fırsat buldukça, hayırda, iyilikte yardımlaşmalıyız.
Bir iyilik veya kötülük yapsanız yıllar sonra da olsa; hiç de ummadığınız zaman ve mekânda karşınıza çıkıyor.
Geçenlerde; Cuma namazını yeğenimle birlikte Varsak’ta bir camide kıldıktan sonra oradaki bir lokantaya gittik. Lokanta sahibi bana çok dikkatli bakıyor ama bir şey söylemiyordu. Benim ilgimi çekti ama;
«Kim bilir birisine mi benzetti?» diye seslenmedim. Yeğenim hesabı öderken beni göstererek;
“–Bu adam hâkim mi?” diye sormuş; o da;
“–Evet!” deyince yanıma gelip;
“–Siz beni mahkemede âdeta kovmuştunuz.” deyince; «Acaba farkında olmadan sert mi davrandım?» diye tedirgin oldum.
Adam anlattı:
“Biz eşimle anlaşamıyorduk, bir de çocuğumuz vardı. Dilekçemi alıp geldiğimde biraz sert;
«İyice düşünün öyle gelin. Dilekçeni almıyorum, hemen karar vermeyin. O kadar basit değil bu karar!» deyip beni göndermiştiniz. Allah râzı olsun. Tekrar düşündük, büyüklerin de araya girmesiyle vazgeçtik. Şimdi iki çocuğumuz daha var. Eşim de şu anda burada, bana mutfakta yardım ediyor.” dedi. Allâh’a hamd ettik.
Bizi bölüp parçalamaya muvaffak olamayan hâin güçler; asırlar boyunca kardeşçe yaşayıp, vatan söz konusu olduğunda tek yürek olabilen asil milletimizi; «Nasıl parçalayabiliriz?» plânlarıyla bugünlerde; Türk-Kürt, Alevî-Sünnî gibi etnik veya mezhebî farklılıkları kullanıp, ayrıştırma ile fitne senaryoları üretip bizi birbirimize düşürme çabasındalar. Rabbim onların bu tuzaklarını kendi başlarına geçirsin inşâallah!
Şurada-burada doğmak, şu ırktan veya milletten olmak, istediğimiz zamanda dünyaya gelmek, istediğimiz zamanda gitmek kimin elinde ki? İnsanlar buna göre bir dünya nizamı kurmaya çalışıyorlar. Îman zâfiyetimiz var, her şeyi hakkıyla düşünüp ona göre davranamıyoruz. Cenâb-ı Hak cümlemize basîretli olmayı nasip etsin.
Bir avukat hanımın hâtırası:
Bir genç kız, durumları da iyi değil… Pazarcılık yapan Kürt kökenli bir genci seviyor, evlenmeye karar veriyorlar. Kızın ailesi asla kabul etmiyor, eğer evlenirlerse evlâtlıktan reddedeceğini söylüyorlar. Ama gönül ferman dinlemiyor, evleniyorlar. Bu sefer de damadın annesi bir türlü kabullenemiyor gelini. Kızcağız hamile. Doğum için hastahâneye gidiyor. İki taraf aileden de kimse yok yanında.
Avukat hanımın haberi oluyor, önce görümceye telefon açıyor:
“–Gelininiz şu anda hastahânede doğum yapmak üzere, neden gelmiyorsunuz?”
“–Biz gelmeyeceğiz!”
“–Neden? Bak yeğeniniz olacak…”
“–Hayır!” deyince;
“–Öyle mi ben şimdi bir televizyon kanalını aradım. «Çekim yapıp tüm Türkiye’ye yayınlasınlar.» dedim.” deyip kapatıyor.
Sonra kızın annesini arıyor:
“–Bakın bir torununuz olacak, kızınız şu anda hastahânede neden yanında değilsiniz? Bu evlilik onun hayatı, kendi tercihi…”
“–Biz dargınız.”
“–Neden? Bu çocuk gayr-i meşrû mu? Sizin kızınızdan bir parça, onu neden yalnız bırakıyorsunuz?”
“–Babası istemiyor.”
“–Peki ben de şimdi bir televizyon kanalını arıyorum. Gelip haber yapsınlar, herkes sizi seyretsin!” deyip telefonu kapıyor.
Bir de bakıyor ki kızın annesi çocuğa ne lâzımsa her şeyini hazırlayıp getirmiş. Görümce, kayınvâlide hepsi de toplanıp gelmişler. Birbirlerine sarılıp, ağlaşıyorlar. Bir kız torunları oluyor, hepsi mutlu bir şekilde evlerine dönüyorlar. Bazen de böyle tatlı müdahaleler gerekiyor. Bu sayede bir aile kurtuldu yıkılmaktan.
Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkeri, hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye etmeyi biraz da böyle anlamalı…
Tatbik edebilenlere ne mutlu!..