Bir tepenin yamacında kurulmuş Karakoyunlu Türkmen aşiretine mensup insanların meskun olduğu küçük bir köy…
Arazileri kaba toprak… Köyün alt tarafında çağlayan Çıldır deresi, karşıda heybetli Barek dağları… Köyün kurucusu olan aşiretin ağası Cabat Ağa’nın adından alıyor köy adını: Cabat Obası.
Köy halkı geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlıyor. Koyun sürüleri oldukça fazla. Arpa, buğday ekimi yapılır; bazen ay çekirdeği ve nohut ekilir.
Çıldır deresinin alt uçlarında sebze ekilen bahçeleri de mevcut. İnsanları klasik Türk tipi: dik başlı, fevri hatta kavgayı seven bir mizaca sahip; aynı zamanda şakayı seven, hazır cevaplı, nüktedan, hoş sohbet insanlar.
Köyün en zengini, en nüktedanı, en eli açığı Cabat Ağa’nın torunu Talip; nam-ı diğer Uzun Talip.
Köydeki tarlaların çoğu Talip’in üzerine tapulu. Cabat Ağa’nın bütün malları, tek oğlu Yaşar’ın evladı, tek erkek çocuk olan Talip’e kalmış. Talip, dünya malında gözü olmayan, eli bol, fakir fukarayı destekleyen hatta isteyene, elini öpene, bir bardak su verene, tarla bağışlayan bir insan. Arazilerinin çoğunu ona buna bağışlamış, bir kısmını da satmış. Kalan arazisi kendine fazlasıyla yetecek kadar…
Çalışmayı sevmeyen bir insandı Talip. Orta yaşlarda… Onun da tek oğlu var: Yaşar. Babasının adını oğluna vermiş.Yer içer gezerdi Talip. Tarlasını çoğu zaman kapısında çalışan ırgatlar eker biçerdi. Kendisi her gün köyün bağlı bulunduğu kasabaya gider, atını bir hana çeker, akşama kadar kahvehanede oturur, bazen Yirik Yaşar’ın meyhanede kafayı çeker, bazen de üç beş arkadaş çilingir sofrası kurarlardı. Ağalık atadan gelme bir huy olduğu için kimseye elini cebe attırmaz, bütün masrafları kendisi çekerdi.Hacı Taşan, Yirik Yaşar’ın lokantasının hem baş sanatçısı hem de müdavimi idi. Yirik Yaşar’ın lokantasına oturdukları veya bir düğüne gittiklerinde Hacı Taşan ile muhabbete dalarlarsa o gün köye çok geç dönerdi.
Körüklü çizmesini yazlı kışlı giyerdi Talip. Bacakları dar, yırtmaçları düğmeli, kalça kısmı çok geniş pişti pantolonunun üzerine giydiği kendisinin “delme” dediği yeleği, uzun boyuna çok yakışırdı. Hele köstekli saatinin sarkan altın zinciri onu tam bir filinta yapardı. Keçi derisinden kalpağı da farklı bir görüntü kazandırırdı ona.
Haziran ayının ortaları idi. Her sabah olduğu gibi yine erken kalkmıştı Talip. Hanımının hazırladığı yağlı çöreğe çömlek peyniri dürerek kahvaltısını yaptı. Bir tütün sardı. İkinci bardak çayını sigarasıyla birlikte içti. Hava bulanıktı.
“Keskin’e gitsem mi?” diye düşündü, vazgeçti. Köyde kalmayı, köylülerle sohbet etmeyi yeğ tuttu. Dedesinden kalma ağa odasına, balkonda Talip’i gören köylülerden gelenler oldu; olandan bitenden, ölenden yitenden konuştular. Gırgır, şamata, kahkaha gırla gitti. Keskin’de gördüklerinden, duyduklarından anlattı misafirlerine. Tatlı muhabbet oldu kendi aralarında.
Öğle namazından sonra toplanan köylüler ikindi namazı için izin isteyerek kalktılar. Talip’in abdestle namazla pek arası yoktu; ama Cuma namazlarını hiç kaçırmazdı.
Haziranda havanın bulanması, yağmurun yağması iyiye alâmet değildi. “Martta yağmasa, Nisanda dinmese” diyen köylüler, Haziranda yağmuru istemezler, afetten korkarlardı. Hava iyiden iyiye bulanmıştı. Barek dağlarının tepesinden deve boyun gibi kalkan bulut, Konur ve Haydar Sultan köylerine yağmur olarak bütün hışmıyla inmişti.Konağın balkonunda 1.90 boyuyla direk gibi dikilen Talip, Barek dağlarında kopan boranı seyrediyordu. Önceleri köye serpeleyen yağmur hızını artırmıştı. Köyün arazileri kıraç olduğu için yağmur yağarsa mahsul bol olur, arpa buğday çok çıkar, köylü rahat ederdi; fakat bu aylarda yağan yağmur köylünün yüreğini ağzına getirirdi.
Konağın balkonunda yağmurun yağışını seyreden Talip, farkında olmadan, kendinden değil gibi kafasıyla tarlanın olduğu yönü tekrar tekrar işaret ederek, her işarette tarlanın adını söyleyerek yağmura seslendi: Karaoğlan tarlasına!.. Karaoğlan tarlasına!..
Hava kararmak üzereydi. Akşam ezanı yeni okunmuştu. Yağmurun arkasından dolu geldi. Fındık gibi, ceviz kadar dolu taneleri hızla yağmaya başladı. Şimşek çakıyor, yağmurla karışık dolu ortalığı toz dumana katıyordu. “Eyvah!” dedi. “Ekinleri dolu vurursa halimiz nice olur!?. diye içinden geçirdi. “Allah’ım afetten esirge…” diyerek niyazda bulundu. Sonra, “Besleyemeyeceğini anladın da taşlıyorsun değil mi?” diye gülümseyerek mırıldandı.Dolu buğanağı bir hışımla geldi, geçti; On-onbeş dakika kadar sürdü. Şimşek çakmaya devam ediyor, yağmur atıştırıyordu. Hacı Ali Obası köyünün üst tarafında ve kendi köylerinin alt ucundaki o büyük tarlası tarafında yağış çok olmuştu.Kendi kendine “Karaoğlan tarlasına bir bakıp geleyim; dolu vurmuş mu, hasar var mı acep?” dedi. Tarlaya gidip bakmak geldi içinden. Evin önündeki sundurmanın altında yağmuru seyreden oğlu Yaşar’a seslendi: “Yaşar, oğlum eşeğin üzerine bir pala atın, şu Karaoğlan tarlasına bakıp geleyim.”
Sırtına deri paltosunu giyen, ayağına körüklü çizmesini çeken Talip, eşeğe bindi, Karaoğlan tarlasının yolunu tuttu. Yağmur hafiften çiseliyordu. Bacakları hayli uzun olduğu için ayakları yere değen Talip, eşeğini dehleyerek tarlaya yaklaşmıştı. Hava iyiden iyiye kararmıştı; bulutlu olduğu için ortalık zifiri karanlıktı. Tarlaya yüz-yüz elli metre kalmıştı. Aniden bir şimşek çaktı, bir gürültü koptu. Eşek ürktü ve hızla kaçtı. Zaten ayakları yerde sürünen Talip, dimdik ayaklarının üzerinde kala kaldı.Eşek kaçmış, kürtün düşmüştü. Eşeğin yuları elinde kalmıştı. Düşen yıldırımın tesiriyle Talip olduğu yere çöktü. Biraz bekledi. Yıldırım çok yakınına düşmüştü. Yıldırım, kaçan eşeğinin üzerine düşmüş, eşeği olduğu yerde yakıp kavurmuştu.Her şimşek çakışında ortalık aydınlanıyordu ve Talip etrafı öyle görebiliyordu. Yıldırımın eşeğin üzerine düştüğünü fark etti. “Yazık oldu karakaçana.” diye mırıldandı.
Tarlaya bakma merakını hâlâ giderememişti. Yürüdü. Tarlanın içine girdi. Dolunun tarlayı mahvettiğini hissediyor fakat karanlıkta göremiyordu.
O esnada şimşek bir daha çaktı, ortalık aydınlandı. Tarlanın içinde yirmi-otuz adım daha ilerledi. Şimşeğin her çakışında hava aydınlanıyor, Talip, etrafı biraz daha rahat görebiliyordu. Tarlanın adeta ekininin biçilmiş gibi olduğunu gördü. Canı sıkıldı. Bir yılın emeğini, gelecek yılın nafakasını dolu mahvetmişti. “Işıt hele ışıt, sıçmış batırmışsın!” dedi, muhatabını belirlemeden. Biçime on-onbeş gün kala ekini dolu vurmuş, tarlada dikili sap, ele alınacak başak kalmamıştı. Külli zarardı. Kör pişman tuttu köyün yolunu. Tarlada bir şey kalmadığı gibi üstelik eşek de ölmüştü. Canının kurtulduğuna sevinerek ulaştı evine.
Durumu anlattı hanımına. Morali çok bozuktu.
Cabat Obalı Talip, nam-ı diğer Uzun Talip, sahura kalkıyor, çöreğini yiyor, niyetleniyor, akşama kadar orucunu tutuyor ancak iftara beş-on dakika kala orucu bozuyordu. Hanımı, Talip’in iftara beş-on dakika kala orucu bozmasına bir anlam veremiyor; hatta, çoğu kez “Yahu Talip, hasta değilsin, yolcu değilsin orucunu niye bozuyorsun?” diye kızıyordu. Talip, hanımına cevap vermiyor, gerekçesini açıklamıyor ama orucu bozmaya devam ediyordu.
Bir gün hanımı iftara beş-on dakika kala yine orucunu bozacak mı diye Talip’i takip etti. Talip, sessizce mutfağa girdi. Hanımı kapının aralığından onu gözetledi. Talip bir bardak su doldurdu ve içti; sonra başını yukarı kaldırıp tavana bakarak, “Zoruna gidiyor değil mi? Bizim ekinleri dolu vurunca da bizim zorumuza gitmişti.
Daha dur, ölen eşeği de kurbana sayayım da gör!” deyince hanımı içeri girdi. “Estağfur tövbe, de ağa! Allah verir, Allah alır; şirke giriyorsun. Allah beterin beterinden esirgesin.” diyerek, Talip’in hareketinin yanlış olduğunu vurguladı. O günden sonra Talip orucunu tutmaya devam etti; ancak beterin beterini yaşadı. Aradan fazla zaman geçmedi, önce hanımını yitirdi, sonra oğlu Yaşar’ın ölüm haberini aldı. Ocağı söndü. Kapısı kilitli kaldı… Ve sonra kendisi..